Koyu Switch Mode

Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya

A+ A-

Çevirmen: Ari


Bölüm 64: Rüya

Wu Xingxue’nin sesi, “Seni ikna etmeye geldim” derken oldukça kısıktı, neredeyse sadece dudakları oynuyordu.

Xiao Fuxuan net bir şekilde duyamadı ve başını biraz daha yaklaştırdı, “Ne?”

Sanki kulağını daha yakınına getirmek istercesine yüzünü hafifçe çevirdi ve gözlerini kıstı.

Ancak çatının bu bölümü birdenbire daha “samimi” bir hâl almıştı, öyle ki rüzgar bile onlara değmeden etraflarından dolanıyordu.

Tam o an avludaki çocuklardan biri seslendi, “Lordum, çatıdan neden kılıç sesi geldi, ne oldu?”

Ses uzaktan geliyordu ama Wu Xingxue mahremiyet alanları ihlal edilmiş gibi hissetti. Kalbi endişeyle çarparak daha hızlı atmaya başladı. Yine de baştan aşağı sarhoştu, bu yüzden hareket etmedi, yalnızca görünmeyen ve elle tutulamayan hislerin çılgınca büyümesine izin verdi.

O sırada Xiao Fuxuan’ın hizmetkarına cevap verdiğini duydu, “Hiçbir şey, ben… bir misafiri ağırlıyorum.” Sesi, hizmetkarın onu duyamayacağı kadar alçaktı, yine de Wu Xingxue’nin kulağına ulaşmıştı.

Son heceleri söylerken bakışlarını Wu Xingxue’ye çevirdi.

Wu Xingxue kalp atışlarını belli etmeyerek usulca, “Kimse misafirlerini bu şekilde çatıya sıkıştırmaz…” dedi.

Xiao Fuxuan’ın bakışları gözlerine düştü, “Mn.”

Wu Xingxue, “Üstelik misafirleri ağırlamak şarap ikram etmeyi gerektirir.” diyerek devam etti.

Xiao Fuxuan, “Şarap mı? Zaten başkalarıyla içtin.”

Wu Xingxue, “Seninle bir tur daha içebilirim.”

Xiao Fuxuan, “Gerek yok.”

Belki de çok yakın olduklarından, konuşurken sesinde herhangi bir soğukluk hissedilmiyordu. Nefesleri o kadar yakındı ki…

Wu Xingxue’nin görüşü neredeyse bulanıktı, “O zaman Tianxiu’yu nasıl mutlu olması için ikna edebilirim?”

Xiao Fuxuan, “Neden beni mutlu etmek istiyorsun?” diye sordu.

Alkol çoktan Wu Xingxue’nin kafasını götürmüştü. Dudaklarını yalayarak, “Çünkü…” dedi.

Aslında ne söyleyeceğini bilmiyordu ama düşünmesine de gerek kalmadı.

Çünkü gözlerini yarı kıstığı sırada, aniden elinin sımsıkı tutulduğunu ve Xiao Fuxuan’ın başını aşağı eğdiğini hissetti…

Önce burunları birbirine değdi. Sonra Xiao Fuxuan çenesini tuttu ve dudaklarını aralamasını istedi.

***

Ardından rüyasında Kuşsuz Toprakları gördü.

Sanki bir an Xiao Fuxuan tarafından sarayın çatısında öpülürken, bir an sonra Que Bu Luo’nun penceresinin yanına ışınlanmıştı. Wu Xingxue rüyada bile olsa biraz şaşkındı.

Pencerenin dışındaki avluda biriken karı gördü ve Zuo Chun Feng’in saçaklarında ve avlusunda oluşan buz sarkıtlarını hatırladı. Ancak, içeride artık ona bardak sunan hizmetkarları yoktu ve manzarayı onunla izlemek için gelmeye cesaret eden kimse olmayacaktı.

Avludaki kar oldukça yoğundu, bir süre bakmak bile insanın içini ürpertiyordu.

Ve gerçekten de soğuktu. Bir taş ocağa yaklaşarak, sıcak su testisi ısıtarak veya bir kapta kömürleri harlayarak bile hafifletilemeyecek türden bir soğuk, kemiklerindeki çatlaklardan dışarı sızıyordu.

İnce, beyaz bir cübbeyle pencereye yaslanmıştı. Yataktan yeni kalkmış gibiydi.

Fang Chu’nun yan odadan elinde bir tilki kürküyle koşarak geldiğini gördü. Kürk bir şeyle ısıtılmışa benziyordu; daha giymeden bile üzerinden bir sıcaklık yayıldığını hissedebiliyordu.

“Chengzhu, neden bunu giymiyorsunuz?” Fang Chu kürkü silkeledi.

Fakat Wu Xingxue elini salladı ve “Ona ihtiyacım yok, geri götür.” diyerek reddetti.

Fang Chu mırıldanmaktan kendini alamadı, “Ama musibet dönemi gerçekten soğuk hissettiriyor olmalı.”

Wu Xingxue, “Öyle mi, kendimi iyi hissediyorum.” dedi.

Fang Chu: “…”

Fang Chu ısrar etti, “Daha iki gün bile olmadı, sonrasında gitgide daha da soğuyacak.”

Kürke bakan Wu Xingxue, “Buna ne zaman ihtiyacım oldu?” diye sordu.

Fang Chu birkaç kez dudaklarını büktü, “Aslında, Chengzhu genelde kat kat giyinmeyi sevmez ama…”

Wu Xingxue: “Ama ne?”

Fang Chu bir şey söylemek istedi fakat parmak uçlarına birkaç bakış atarak durdu.

Wu Xingxue bakışlarını aşağı doğru takip etti ve parmak uçlarının uçuk mavi bir renkle kaplandığını gördü. Tekrar yukarı baktığında, Fang Chu çoktan bakışlarını geri çekmişti ve bir daha bakmaya cesaret edemiyordu.

Wu Xingxue, vücudundaki qi’yi dolaştırarak parmaklarını birkaç kez döndürdü.

Musibet döneminde, qi dolaşımı gerçekten de oldukça zordu, her zerresi donmuş bir nehir gibi durgundu. İçindeki soğuğu kırılmaya zorlaması, meridyenleri ve hayati akupunktur noktaları boyunca iğne batmasına benzer bir his bırakıyordu.

Bir tür keskin bir acı hissetmekteydi…

Ancak Wu Xingxue’nin yüzünde hiçbir ifade yoktu. İçsel gücünü bir kez dolaştırdıktan sonra, parmaklarındaki mavi renk geri çekildi. İlk bakışta tertemizlerdi hiçbir tuhaflıkları yoktu.

Fang Chu’nun ellerini net bir şekilde görmesine izin vererek avcunu açtı, “Tekrar bak.”

Fang Chu kürkü topladı, söyleyecek bir şeyi yoktu.

Wu Xingxue devam etti, “Az önce bunun nedeni yeni uyanmış olmamdı.”

Fang Chu, yüzünde açıkça bu ifadeyi çürütmek isteyen ancak yapamayan bir ifadeyle “Peki” dedi.

Aslında, musibet dönemlerine girdikten sonra iblislerin zayıflık göstermek istememeleri normaldi. Ne de olsa, Zhaoye Şehri iblislerle sarılıydı, hiçbir zaman güvenli bir yer olmamıştı.

Ama şu anda kendi malikanesindeydiler ve buranın çevresi genellikle ıssızdı. Onu görebilecek kimse yoktu ve kürk giyerse biraz ısınabilirdi, peki neden giymiyordu?

Fang Chu onu anlayamıyordu.

Wu Xingxue kürkü giymese de Fang Chu’ya, “Başka şarap var mı?” diye sordu.

Bunu duyan Fang Chu, kürk giymese de en azından ılık şarap içmesinin iyi olacağını düşündü. Bu nedenle hemen başını salladı ve şöyle dedi: “Var! Chengzhu, bir dakika bekleyin, hemen gidip şarap alacağım!”

Çıkarken tilki kürkünü odanın içindeki bir askıya astı ama Wu Xingxue tarafından durduruldu, “Onu oraya asma, nereden aldıysan oraya geri koy.”

Fang Chu’nun kafası tamamen karışmıştı ama yine de soru sormaya cesaret edemedi.

Musibet dönemlerine dayanmak iblis doğası gereği zordu. Öfkesi olmayan biri bile öfkeli olurdu. Bu yüzden Fang Chu, Wu Xingxue’yi denemeye asla cesaret edemezdi. Bu nedenle tilki kürkünü itaatkar bir şekilde başka odaya taşıdı ve dolaba astı.

Artık malikanede hiç kimse dayanılmaz bir ürperti hissetmiyor ve hiç kimse o tilki kürkünü dolaptan çıkarmamış gibi görünüyordu…

Fang Chu hızla iki kavanoz şarap ve bir bardak aldı. Avucunda gösterişli bir alev yaktı ve gizlice şarabı ısıttı.

Bu nedenle, Wu Xingxue şarap kavanozunu aldığında dokunulamayacak kadar sıcaktı.

Başını kaldırdığında, Fang Chu hızla bir köşeye çekildi ve mahcup bir şekilde, “Chengzhu, ben… Bu şarabın en iyi ılık şekilde içildiğini duydum.”

Wu Xingxue bu kez onu fazla suçlamadı, sadece, “O halde, sıcak şarabın kişinin sarhoş olmasını kolaylaştırdığını da duymuş muydun?” diye sordu.

Fang Chu hemen başını salladı ve inkar etti, “Bilmiyordum.”

“Yanılmışım, Chengzhu,” Fang Chu itirafta bulunurcasına başını eğdi.

Wu Xingxue, “Buna ihtiyacım yok” diyerek şarap bardağını geri bıraktı.

Bu şarap, Xiandu’nun şarapları gibi değildi. O şarapların hafif tatlılığının aksine ağızda ağır bir tat bırakıyordu. Ve bu yerde şarap içerken ona eşlik edecek kimse yoktu, bu yüzden sonsuza kadar küçük bardaklarda şarabın tadını çıkarması da anlamsızdı.

Az önce avludaki buz sarkıtlarına ve ardından gri sisin altındaki saçakların yüksek köşelerine bakarken birdenbire canı şarap içmek istemişti.

Zhaoye Şehri’nin şarabı gerçekten farklıydı. Bir zamanlar, günün yarısından fazla bir süre şarap içebilir ve sadece hafif bir sarhoşluk hissederdi. Şimdiyse iki kavanozla bile halsizleşiyordu.

Gözlerini bir süre kapattı, sonra tekrar açtı. Gözleri, ay ışığının aydınlattığı parlak bir ışıltıyla parlıyordu ama sığ bir sis tabakasıyla gizlenmişti.

Pencere pervazına yaslanarak aniden Fang Chu’ya sordu: “Bu pencereler kuzeye bakmıyor, değil mi?”

Fang Chu, bu ani soru karşısında şaşkına dönmüştü. Bir süre sonra, “Evet… kuzey tarafına bakmıyor.” diye cevap verdi.

Ölümlü alemdeki insanların evleri genellikle kuzeyde yer alır ve güneye, güneşe bakardı. Kapı ve pencerelerin güneye bakması tercih edilirdi. Ama Zhaoye Şehri, tüm iblislerin sığınağıydı ve ölümlüler aleminin geleneklerine karşı çıkıyordu.

İblisler güneşe bakıp bakmadıklarını umursamazlardı, sadece kendilerinin rahat olup olmadıklarını umursarlardı. Zhaoye Şehri’nin tüm düzeni düzensizceydi, buradaki malikaneler genellikle güneyde bulunuyor ve kuzeye bakıyordu.

Ve en güney noktasında bu malikane vardı.

Wu Xingxue’nin bunu bilmemesi imkansızdı, bu yüzden ani sorusu oldukça tuhaf görünüyordu.

Şaşıran Fang Chu, “Chengzhu, neden birdenbire bunu soruyorsunuz? Bir tuhaflık mı var?” diye sordu.

Wu Xingxue’nin bakışları hâlâ pencerenin dışındaydı. “Tuhaf bir şey yok, sadece aniden aklıma bir şey geldi ve öylesine sordum.” dedi.

Önceden, bu konularda nadiren sohbet başlatırdı. Bu sefer büyük ihtimalle… şarap yüzünden kafayı bulmak üzere olduğu içindi.

Bir süre sessiz kaldı, bakışlarını saçaklardan çekip pencerenin gölgesine çevirdi. Sonra birdenbire sessizce şöyle dedi: “Fang Chu, pencerenin altında özel bir şey var mı?”

Fang Chu başını salladı, “Hayır, sadece biraz toprak, kısa çiçekler ve küçük kayalar var. Özel hiçbir şey yok.”

Wu Xingxue bir ağız dolusu şarap daha içti, yuttu ve aşağıdaki bitki örtüsüne bakmak için başını indirdi. “Öyleyse insan neden bir pencerenin altını aklında tutar ki?” dedi.

Fang Chu şaşkına dönmüştü. Şaşkınlığı sorunun aşırı derecede zor olmasından değildi, Chengzhu’nun ağzından bir sorunun çıkması gerçekten nadir ve tuhaftı.

Bir süre düşündü ve “Hmm… muhtemelen yüksekte yaşadıkları içindir, değil mi?” diye cevapladı.

Wu Xingxue, bu cevabın biraz gereksiz göründüğünü düşünerek başını çevirmeden kıkırdadı.

Fang Chu, “Yüksekte yaşarken, pencerenin gölgesindeki şeyler farklı gelir. Bir pencerenin altına baktıklarında görebildikleri şeyler çok uzakta olduğu için epey fazla olacaktır. Belki de büyük bir manzara olduğu için, akılda tutmak anlaşılabilir bir şey.”

Wu Xingxue, “Yüksekte yaşadığı için…” diye mırıldandı.

Tam o anda, yine bir sisin arasındaki devasa mezar höyüklerini ve yüksek kuleyi görmüş gibi hissetti.

Kulenin tepesinde biri vardı. Elindeki feneri tutarak pencerenin yanında duruyordu ve dışarıyı izliyordu. Wu Xingxue, kendisine mi yoksa arkasındaki güvenli, huzurlu kasabalara mı baktığını anlayamadı…

Sonra fenerin ışığı sisin içinde dağıldı ve o kişi eski bir çanı çalmak için elini kaldırdı.

TINN

Çan sesi zihninde yankılandı.

Wu Xingxue gözlerini kapattı, sanki musibet dönemi birdenbire en zor noktasına girmiş gibi vücudundaki acı ve ürperti aniden derinleşmişti.

O yılki musibet dönemi, diğer yıllardan daha kötü, daha soğuk ve daha acı verici bir sel gibi gelmişti. Öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, bir süre sonra Wu Xingxue herhangi bir şey algılayamaz duruma gelmiş, neredeyse bembeyaz olmuştu.

Şarap kavanozlarını nasıl fırlattığını, Fang Chu’yu nasıl dışarı çıkardığını ya da kapıları nasıl kapattığını ve ana odasını nasıl bir yasakla gizlediğini bile net olarak hatırlamıyordu.

Yasak sayesinde diğerleri içeri giremezdi ve o da dışarı çıkamazdı. Hepsi, sersemlemiş haldeyken onarılamaz bir şey yapmasın diyeydi.

Fakat yasağı kurduktan hemen sonra, arkasında aniden başka bir aura olduğunu hissetti.

Birisi sessizce avlusuna, hatta odasına girmiş, ama kimse fark etmemişti.

İblis içgüdüsüyle, bir silah kapmak için elini kaldırdı. Ama odasında ne bıçak ne de bir kılıç vardı. Eline alabileceği tek şey rüya çanıydı.

O zamanlar kestiği Jing’guan dalları çok fazlaydı. İlahi ağacın dalları eline düştüğünde, başta onları geride hiçbir şey kalmadan düzgün bir şekilde atmayı planlamıştı.

Ama son anda tereddüt etti ve “rüya çanı”nı yapmak için dalları saran beyaz yeşim özü kullandı.

Çanın görünümü, kuledeki çana benziyordu.

O andan itibaren her dal kestiğinde, beyaz yeşim çanı kullanarak ölenler için güzel bir rüya yaratırdı.

O insanlar bu dünyada var olmamalılardı ve ölmeleri gerekiyordu.

Pek çok kişiye hayaller kurdurdu, bazı şeyleri unutturdu, bazı şeylere inandırdı.

Tıpkı o kuledeki çan gibi, çaldığı an, en azından rüyalarda… acı olmayacaktı ve her şey düzelecekti.

Ama tam şu anda, beyaz yeşim rüya çanı Wu Xingxue’nin ellerindeyken, keskin kenarları sıkıca avuçlarına değiyordu. Keskin, körelmiş acı onu bir an için musibet döneminden kurtardı ve bir şekilde ayılttı.

Beyaz yeşim özü kavrayarak arkasındaki kişinin aurasını kokladı.

Kimse bu auraya ondan daha aşina olamazdı. Arkası dönük bir şekilde gözlerini kapatsa bile onu kokusundan tanıyabilirdi.

“Xiao Fuxuan…”

Rüya çanını tutarak arkasını döndü.

Xiao Fuxuan kapıda duruyor, koyu siyah gözleriyle tereddütsüzce ona bakıyordu.

“Burası Zhaoye Şehri,” dedi.

Burası iblislerin ini Zhaoye Şehri, avlu kapıları herkese açık olan ve istediğin gibi gelebileceğin Zuo Chun Feng değil.

Ayrıca, gelmek için neden her zaman yanlış zamanı seçmek zorunda olduğunu da sormak istiyordu. Ancak bu sözler açıklanamaz bir şekilde utanç vericiydi ve hoşuna gitmemişti. Böylece dudaklarını sıkıca büzdü, hiçbir şey söylemedi.

Xiao Fuxuan ona derin bakışlarla bakıyordu, “Burasının Zhaoye Şehri olduğunu ve kimsenin girmemesi için bir yasak koyduğunu biliyorum, yine de girdim.”

Sadece girmekle de kalmamış, sanki yasak ondan tamamen kaçmış, ona saldırmamış gibi en ufak bir yara bile almamıştı. Ve Wu Xingxue yasağı koyduğunda tamamen kendinde değildi, her şey içgüdüsel bir şekilde gerçekleşmişti…

Bu sözler, bilinçaltındaki tüm düşünceleri üzerini örtmesi ya da inkar etmesi imkansız bir şekilde açığa çıkardı.

Bu nedenle Wu Xingxue daha fazla konuşmadı.

Elindeki şeyi kavrayarak kapıdaki kişinin karşısında durdu.

O an o kadar uzun sürdü ki, aynı anda hem sessiz hem de umutsuz duygular içerisindeydi. Xiao Fuxuan’ın sarayının saçaklarındaki o zamana geri dönmüş gibi hissediyordu…

Yine de çok keskin bir şekilde o zamandan daha farklıydı.

O zamanlar Lingwang’dı. Şimdi ise bir iblis.

İblislerin kaçınılmaz musibet dönemini geçmek zorundaydı ama bunu Xiao Fuxuan’ın önünde geçirmek istemiyordu.

Başka her şeye razıydı ama Xiao Fuxuan olamazdı.

Böylece, zehirli ağzını açarak diğerini gitmeye teşvik etmek istedi. Arkasındaki elleri, beyaz yeşim özünden yapılmış rüya çanını sıkıca kavramıştı ama yüzüne sahte bir gülümseme vardı. Başını sallayarak karşısındaki adama şöyle dedi: “Hain iblislerin musibet dönemlerini biliyor musun? Musibet dönemlerinde bir iblisin nasıl olduğunu hiç gördün mü?”

“İblislerin büyük tutkularını duydun mu?”

Xiao Fuxuan’ın yolunun en çok kesiştiği kişilerin iblisler olduğunu biliyordu, en çok iblisleri öldürür, en çok iblisleri cezalandırırdı.

Gözlerini kapatınca, Tianxiu Ölümsüz’ün en çok neyden nefret edeceğini hayal edebiliyordu- İblislere özgü şeyler, sonsuz kaos, zevk düşkünlüğü…

Xiao Fuxuan’ın soğuk bir suratla ayrılmasını bekleyerek bu şeyler hakkında söylenmeye devam etti.

Tianxiu’nun memnuniyetsizliğini kışkırtmanın aslında oldukça kolay olduğunu düşünüyordu. Daha önce sayısız kez yarı gerçek, yarı şakacı bir şekilde onunla alay etmişti.

Fakat bu sefer işe yaramadı…

Kendisinin bile nefret ettiği şeyler hakkında tüm sözlerini tükettiği hâlde Xiao Fuxuan bir adım bile kıpırdamamıştı. Konuşmanın başından sonuna kadar bakışları sabit bir şekilde onun üzerindeydi. Uzun bir süre sonra dudaklarını araladı ve, “Hepsini duydum,” dedi.

Wu Xingxue aniden sessizleşti.

Bir anlık suskunluktan sonra, “Her şeyi duydun, her şeyi biliyorsun, ama yine de böyle bir günü seçtin…”

Odadaki lambaların ışığı Xiao Fuxuan’ın gözlerine yansıdı. Lambalar titreştikçe iki gözü de ışıl ışıl parlıyordu.

Wu Xingxue duraksadı, bakışlarını kaçırdı ve devam etmek için çenesini yatağa doğru kaldırarak başını çevirdi: “-Perdenin öte tarafına geçip benim gibi bir iblisin özel konuğu mu olmak istiyorsun?”

Oda sessizliğe gömüldü.

Bir süre sonra Xiao Fuxuan’ın derin sesi yankılandı.

“Evet.”

Perde arkası konuğun olmaya geldim.

Wu Xingxue’nin kalbi hızla çarptı.

O an hissettiklerini anlatmak çok zordu. Ayakta ağzı açık bir şekilde bir süre dikildi. Çok uzun bir aradan sonra başını geriye attığı sırada hafif bir esinti hissetti, Xiao Fuxuan birden tam önünde beliriverdi.

Wu Xingxue dudaklarını hareket ettirdi ama konuşmadı. Xiao Fuxuan yanına geldiğinde, Wu Xingxue neredeyse Ebedi Deniz kadar büyük olan iblis qi’sini saldı. Kar fırtınasına benzeyen güç, ölümcül bir hamleyle geri püskürtüldü, hareketi şaşırtıcı derecede sertti, ancak yasak nedeniyle kapı ve pencereyle sınırlı kalmıştı.

Burası Zhaoye Şehri Lordu’nun yasak koyduğu bir bölgeydi. Dünyanın en tehlikeli ve aynı zamanda en gizli yeriydi.

Yine de bir kişinin kafasını uçurabilecek olan bu öldürücü enerji, Xiao Fuxuan’a dokunmadan hemen önce aniden durdu. Ve durduğu anda, sonuç kaçınılmaz hâle geldi…

Daha önce olduğu gibi Wu Xingxue’nin dünyası birden tepetaklak oldu, kılıç qi’si boynunu sıyırdı ve yere iyice bastırıldı ama tek bir saç teline bile zarar gelmemişti.

Sonları hep böyle bitecek gibiydi.

Sadece, geçmişin Lingwang’ı çatıya bastırılmıştı, bugünün iblisi ise yatağa.

Kılıç qi’si, Wu Xingxue’nin boynunun yanından sıyrılıp geçti ve etrafını Tianxiu’ya özgü aurayla sardı, ancak hiçbir tehlike içermiyordu. O zaman yaptığı gibi, Xiao Fuxuan yarı diz çökmüştü, ona bakmak için başını eğdi ve parmaklarını Wu Xingxue’nin dudaklarına bastırdı.

Xiao Fuxuan’ın bakışları burun köprüsüne indi, sesi derin ve yavaştı, “Beni ayrılmam için kışkırtmak istiyorsun.”

Wu Xingxue’nin elindeki itici güç henüz geri çekilmemişti. Parmak uçlarından aşırı soğuk bir aura akıyordu, ince beyaz buz tabakası, kendi parmaklarından Xiao Fuxuan’ınkilere yayıldı.

Açıkça öldürücü bir saldırıydı, ancak yine de tarifsiz bir birliktelik hissi vardı.

Wu Xingxue dudaklarını hareket ettirerek, “Gitmeni bekliyorum.” dedi.

Xiao Fuxuan bir saniye sessizlikle ona baktıktan sonra derin sesiyle, “Ben gittiğimde, musibet dönemini aşmak için kimi bulmayı planlıyorsun?”

Wu Xingxue’nin kalbi sığ bir şekilde çarptı.

Sanki kalbine hafifçe bir şey batıyormuş gibiydi, bir anda tüm kalbi tarif edilemez bir duyguyla sarılmış, onu cevap veremez hâle getirmişti.

Bir süre sonra gözlerini kapadı ve “Kimse…”

“Başka hiç kimse.” diye fısıldadı.

Cevap verdiği anda, parmaklarındaki buzlanma yavaş yavaş geri çekildi ve Xiao Fuxuan’ın qi’si parmak uçlarına aktı.

Tıpkı bir varilde yakılan ateş gibi yakıcı ama içini ısıtan bir qi hissetti. Bu sıcak qi, damarlarında şefkatle akıyordu ve nereden geçerse geçsin, derisindeki soğukluğu götürüyor, teninin kanla pembeleşmesine neden oluyordu.

Gözlerini kapattı, şu an her zamankinden daha hassastı.

Xiao Fuxuan’ın “İçmişsin,” dediğini duydu.

Nedense bu basit üç kelime, onda bu geceyi diğerinden ayırt edemediği ani bir deja vu duygusu uyandırdı: Hâlâ Xiandu’daymış, daha önce hazırladığı şarabı başkalarıyla içmiş ve Tianxiu’nun mutsuzluğunu kışkırtmış gibi hissetmişti.

Özür dileyip onu ikna etmek için uğramış, ardından sarayın saçaklarının yeşim kiremitlerine bastırılmış ve konuşamayacak hâle gelene kadar öpülmüştü.

Tianxiu’nun qi’si atardamarları boyunca ilerleyip kalbine aktı.

Wu Xingxue’nin derisinin altındaki hafif kızarıklık, ince kıyafetlerinin altından belli oluyordu, gözle görülür şekilde yavaş yavaş boynuna ve dudaklarına kadar ilerledi.

Geçmişi düşünürken dudaklarını yaladı ve gözlerini açtı.

“Xiao Fuxuan” dedi.

“Mn.”

Karşı taraf ne istediğini anlamış gibi alt dudağını yaladı. Sonra gözleri yarı kapalı bir şekilde onu öpmek için başını eğdi.

Nefesleri birbirine karışmış haldeyken Wu Xingxue hafifçe ağzını araladı ve tam o sırada Xiao Fuxuan’ın sesini duydu.

“Wu Xingxue, dün gece seni rüyamda gördüm…”

***

Çok uzun zaman önce, Xiandu’dakiler hiç rüya göremediklerini söylerlerdi.

Çünkü her zaman ölümlülerin rüyalarına giriyor, onların dualarına cevap veriyorlardı ve rüyaların ne kadar yanıltıcı olduğunu biliyorlardı. Doğal olarak yanıltmalara karşı herkesten daha uyanık olmalılardı.

Bazıları gündüz düşündüklerini geceleri düşleyeceklerini söylerdi. Ama hepsi mükemmelliğe ulaşmışlardı, bu yüzden düşünceleri yeterince derin, yeterince zengin ve yeterince etkili değildi.

Sonunda yavaş yavaş kabul ettiler, belki de onları rüya göremez durma getiren şey ölümsüz olmalarıydı. Düşünceleri ne kadar derin veya etkili olursa olsun, hiçbir işe yaramıyordu.

Onlara göre bu hayatta sadece o beyaz yeşim rüya çanının etkisi altındayken düzgün bir rüya görebilirlerdi.

Wu Xingxue bunu herkesten daha iyi biliyordu.

Bu dünyadaki tanrılar rüya göremezlerdi, ama Xiao Fuxuan ona şöyle demişti: Seni rüyamda gördüm.

Etiketler: novel oku Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya, novel Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya, online Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya oku, Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya bölüm, Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya yüksek kalite, Unseen Immortal Of Three Hundred Years [Novel] Bölüm 64: Rüya light novel, ,

Yorum

Sunucu değişikliğinden ötürü bölümlerde sayfalar hatalı olabilir. Gerekli güncellemeleri yapıyoruz ancak biraz zaman alacak. Sabrınız için teşekkürler🌸

X