Çevirmen: Khentimentiu
Mu Yi Fan arabaya oturduktan kısa bir süre sonra yine uyuyakaldı. Sanki yarım aydır gözünü kırpmamış gibiydi. Öyle huzurlu, öyle kendinden geçmiş bir şekilde uyuyordu ki… Ağız kenarından sarkan salya gömleğinin yakasını ıslatıyordu. Şaka gibi.
Yemek vakti gelince, Zhan Bei Tian onu nazikçe uyandırmadı. Bildiğin silkeleyerek uyandırdı. Tüm vücudu sarsıldı ve gözleri aniden açıldı. Ama yemek yerken bile gözlerini kapatmıştı. Balık kılçığına boğulacak diye insanı endişelendiriyor ama kendisi hiç oralı değil.
“Bu neyin uykusu arkadaş?” diye düşündü kendi kendine. Göz kapaklarına beton dökülmüş gibi açılmıyordu.
Villaya döndüklerinde Mu Yi Fan ne duş aldı, ne dişini fırçaladı. Doğruca yatağa atladı ve sabaha kadar horul horul uyudu. Sabah oldu, kalktı, kahvaltısını etti ve tekrar yatağa yattı. Resmen “uyandım ama niye?” konsepti.
Zhan Bei Tian başta bu durumun garipliğini fark etmedi. Zaten kafasının içi tamamen yaklaşan kıyametle meşguldü. O sırada telefon çaldı, arayan Lu Lin’di.
“Tuğgeneralim,” dedi Lu Lin, “G Şehri’ne ulaştık ve söylediğiniz evi araştırdık. Shui köyünde yaşayan o beş yaşındaki çocuk geçen ay trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Arabayı süren şahıs G Şehri’nde hatırı sayılır bağlantılara sahip biriymiş. Bu yüzden olayı araştırmak zorlaştı. Kimliğini saklamışlar. Ama söylentiye göre çocuğu öldürenin soyadı Mu imiş.”
Zhan Bei Tian hafifçe mırıldandı, “Mu… Mu olmalı.”
Sonra konuyu değiştirdi.
“Araştırmayı burada kesin. Yeni bir görevim var size. Yarın bin metrekarelik bir depo kiralayın, bir aylığına. Sonra ilçeye gidin, tüm pirinci satın alın. Ne kadar çok alırsanız o kadar iyi. Kalite çok önemli değil, yeter ki aile tipi olsun…”
Tüm talimatları verdikten sonra saate baktı. Daha erkendi. Anahtarı kaptığı gibi dışarı çıktı. Malum, kıyamet öncesi hazırlıklar kolay iş değil.
Sonraki günler böyle geçti. Üç-dört gün boyunca deli gibi koşuşturdu. Yalnızca yemek ve uyumak için Mu Yi Fan’ın villasına uğruyordu. O kadar.
Ama zamanla bir gariplik dikkatini çekti.
Mu Yi Fan resmen yavaş yavaş başka bir boyuta geçiyordu. Kusmaları azalmıştı evet ama bu sefer de sürekli uyuyordu. Uyanık olduğu nadir zamanlarda ise deli gibi yemek yiyor, özellikle ekşi şeylere dadanıyordu.
Zhan Bei Tian önce ilgilenmemeye karar verdi ama sonra düşündü. “Adam hem hasta, hem de benim için kurşun yedi… Hem, Qing Tian Boncuğu hâlâ onun bedeninde, ilgilenmek zorundayım…”
Akşam sekiz olmuştu. Evde çıt yoktu. Derin bir iç çekti ve ikinci kata çıktı, Mu Yi Fan’ın odasına yöneldi.
Kapı kilitli değildi, doğrudan içeri girdi. Oda loştu, sadece pencereden süzülen ışıkla eşyalar zar zor seçilebiliyordu.
Lambayı açtı. O da ne! Yatakta bir “mumya” yatıyor!
Meğer geçen gece Li Qing Tian gelmiş, Mu Yi Fan’ın pansumanlarını yenilemişti. Kolundaki bandaj açık açık yara olduğunu gösteriyordu.
Yüzündeki bandajı ise Mu Yi Fan alerji sonrası suratının halini göstermemek için özel olarak sarılmıştı. Yani Li Qing Tian’ı alıp odaya götürmüştü.
Zhan Bei Tian dudaklarını büzerek yatağa yaklaştı. Biliyordu, bu adamı uyandırmak kolay iş değildi. Elini uzatıp dürttü.
“Bay Mu, uyan.”
Tık yok.
Bu sefer daha sert dürttü.
“Mu Mu, uyan!”
Yedi, sekiz kere seslendi ve yatağın üzerindeki mumya gözlerini ovuşturarak kafasını kaldırdı. Rüyada mı gerçek hayatta mı olduğuna emin olamayan bakışlar fırlatıyordu.
Zhan Bei Tian gözlerinin içine bakarak, ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“İyi değilsin. Yüzünü yıka, üstünü değiştir. Seni hastaneye götüreceğim.”
Mu Yi Fan yavaş yavaş ayıldı, on saniye sonra esneyerek yerinden kalktı ve banyoya gitti. Yüzünü yıkayıp kendine gelmeye çalıştı.
Ama birden… pijamasının alt kısmında bir gariplik hissetti. Pantolonu sıkışmıştı. Aşağıya baktı, bir şeylerin “uyanmış” olduğunu fark etti.
Panikledi, bağırdı.
“Aman Allah’ım! Bei Tian, çabuk buraya gel!”
Yorum